Yenileniyoruz... Tüm verilere ulaşamayabilirsiniz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, kutuplar arasında keskin bir hesaplaşmaya doğru gittiği görülüyor. Nehirde hareket eden bir kayığın, gittikçe hızlanarak şelaleye doğru sürüklenmesi gibi, 1923’te kurulan Cumhuriyet de 2014 yılında büyük bir ‘’tamam mı-devam mı’’ sınavı verecek.

Kilit tarih 2014 yılı Ağustos ayıdır.

Ağustos ayında halk 1000 yıldır ilk kez kendi başkanını doğrudan seçmek için sandık başına gidecek. (1000 yıl kavramı, içine Selçukluları ve Osmanlıları da alıyor.)

Bu kilit tarihe (yani şelelaye yaklaştıkça) yakın tarihimizle ilgili çarpıtmalar, kafa karıştırıcı yayınlar ve Atatürk’le ilgili yıpratma kampanyaları hız kazanıyor. Yeni kuşakların kafasında bambaşka bir tarih şekillendirmek istiyorlar. Bu nedenle, daha once de yazmış olduğum bazı tarihsel gerçeklerin duyulmasında, bilinmesinde yarar var.

***

AKP, Demokrat Parti’nin siyasi mirasçısı olduğunu öne sürüyor ama
Atatürk’e hakaret etmeyi cezalandırma amaçlı kanunu ilk kez çıkaran, CHP değil Demokrat Parti’dir.

Şimdi gelelim bu kanunun çıkış öyküsüne:

1950 sonları, 1951 başları.

Demokrat Parti iktidara gelmiş.

“Ticaniler” denilen fanatik bir tarikatın mensupları, ülkenin her yerinde Atatürk heykellerine, anıtlarına saldırmakta, kirletmekte, kırmakta; Atatürk’e söz ve yazıyla hakaret etmektedir.

Bunun üzerine Demokrat Parti hükümeti “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” adı altında bir yasa tasarısı hazırlar.

Yine iktidar partisinden, Ticanilerin eylemlerine sempatiyle bakan birçok milletvekili ise bu tasarıya karşı çıkar. O sırada yürürlükte olan 1924 Anayasa’sının 69. maddesinin , tek tek kişiler lehine çıkarılacak her türlü özel kanunu açık bir dille yasakladığını öne sürerler.

Ama Demokrat Parti hükümeti Atatürk’ü koruyacak bu yasayı çıkarmakta kararlıdır. Bu arada şunu unutmamalı ki Celal Bayar, Atatürk’ün çevresinden gelen bir yakını; Adnan Menderes ise CHP’li geçmişinde bir Atatürk ve inkılap taraftarıdır.

Tasarı Meclis Genel Kurulu’na gelir ve epey sert geçen tartışmalardan sonra komisyona geri gönderilir.

Muhalif milletvekillerinin Anayasal kılıflarını çürütecek hukuki bir tez isteyen iktidar ise bilimsel görüşünü almak için o sırada Türkiye’de görev yapmakta olan ünlü Alman Hukuk Profesörü Ernst Hirsch’e başvurur.

Hirch şu görüşü dile getirir:

“Anayasa başka şeylerin yanı sıra, bir şahsa imtiyazların tanınmasına imkân sağlayacak yasaların çıkarılmasını yasaklamaktadır. Buradaki ‘şahıs’ deyimi, ‘gerçek kişi’ yani insan anlamına gelmektedir. Madde 27’ye göre insanın şahsiyeti, doğumunun tamamlanmasından itibaren hayatla başlar ve ölümle son bulur. Atatürk adında bir şahıs, artık hukuki anlamda mevcut değildir. Dolayısıyla ona yasa yoluyla bir imtiyaz sağlanması söz konusu olamaz. Söz konusu tasarıda ceza hukuku normlarıyla korunması öngörülen hukuki varlık, şahıs olarak Atatürk değildir. Burada korunmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı Türk milletinde genel olarak yaygın bulunan hayranlık ve saygı duygusudur.”

***

Profesörün bu görüşü üzerine hükümet tasarıya “Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse…” tanımını ekler.

Bu kanun 25 Temmuz 1951 tarihinde kabul edilir.

***

Profesör Hirsch, Atatürk’ün ölümünü ise şu satırlarla anlatıyor:

“Cenaze alayının geçtiği kilometrelerce uzunluktaki caddeler boyunca gözyaşları içinde hıçkıran insanlar duruyordu. Bütün pencereler, bütün evler ağlayan insanlarla doluydu… Sanki bütün İstanbul bir sel gibi akıp gelmiş ve ağlayan bir duvar oluşturmuştu.

1938 yılının o kasım günündeki gibi içten bir halk yasını ne daha önce yaşamıştım, ne de daha sonra böyle bir şeye tanık oldum.”
Nereden nereye?

Zülfü Livaneli,
27.10.2013

Spread the word. Share this post!