Yenileniyoruz... Tüm verilere ulaşamayabilirsiniz.

14. yüzyılın büyük Arap düşünürü İbn Haldun, dünyayı yedi bölgeye ayırmış ve burada oluşan kavimlerin görünüşü, kültürü ve adetlerinde iklimin son derece önemli bir rol oynadığına dikkat çekmişti. ‘’Coğrafya Kaderdir’’ sözünü bu bağlamda kullanan düşünür; yer değiştiren ve başka kültürleri tanıyan kavimlerin zamanla kendilerinin de değişebileceğini söyleyerek, yedi yüz yıl önce ‘’mutlak ırkçılık’’ karşıtı bir felsefe oluşturmuştu.

Bugün dünyayı İbn Haldun gibi yedi değil, iki büyük bölge yani – sınırları belirsiz ve öznel olsa bile- Batı ve Doğu olarak algılamak alışkanlığı var ve nedense bu iki bölgeyi birbiriyle uzlaşamaz, anlaşamaz, hatta Huntington’un vurguladığı gibi ‘’çatışmaları kaçınılmaz’’ ayrı dünyalar olarak kabul ediyoruz.

Aslında değişik dünyaları birbirine anlatmanın en etkili yolu edebiyat olduğu için bu konudaki diyalog eksikliğinin bizi bu yanlış düşüncelere sürüklemesi, yani İbn Haldun’dan geriye düşürmesi kaçınılmaz.

Toplumların birbirini tanımasının gizemli dili olarak edebiyatı işaret ediyor olmam kimseye şaşırtıcı gelmemeli. Çünkü ülkelerin başka diyarlar hakkında fikir edinmesinin çeşitli katmanları mevcut. Bunların nicelik bakımından en yaygın ama niteliksel olarak en düşük katında turistik düzey geliyor. Her yıl yüz milyonlarca turist değişik ülkelere gidiyor, kendi turistik gettolarında yaşıyor ve o halkın kültürü hakkında hiçbir fikir edinemeden geri dönüyorlar. Bu düzeyin bir kültür alış verişi yaratamayacağı ortada.

Turistik düzeyden hafifçe daha derinde gazetecilik düzeyi geliyor. Gücü çok büyük olan ve aslında kültürleri birbirine anlatma olanaklarına sahip medya kurumları da ne yazık ki bu olanağı, klişelere esir düşerek kullanmıyor, tam tersine ülkelerin birbirleri hakkındaki ön yargılarını pekiştirme görevi gibi zararlı bir işlevi üstleniyor. Milliyetçilik ideolojisinin ve ırk üstünlüğü yanılgısının öne çıkardığı nefret söylemleri en çok medya aracığıyla körükleniyor. Edward Said’in haklı olarak ‘’cehalet çatışması’’ (clashes of ignorance) dediği olgu da buradan kaynaklanıyor işte. Büyük medya, karşı tarafın insan olmadığı yönünde (Vietnamlılar maymundur, komünistlerin kuyruğu vardır, Irak’ta kitle imha silahları bulunur vs.) beyin yıkamalarla toplumları savaşa hazır, en azından itiraz edemez hale getiriyor.

Oysa gerçek edebiyat, büyük ölçüde bu tuzaklara düşmeden, insanları din, milliyet, üniforma, bayrak gibi simgelerden ayırarak ‘’sadece insan’’ olarak görebilmeyi ve anlatabilmeyi başarıyor.

Bu konuda hayranlık duyduğum örneklerden birisi Puşkin’in ‘’Erzurum Yolculuğu’’ kitabıdır. Osmanlılara karşı çarpışan ve Doğu Anadolu’da toprak kazanan Rus ordusuyla birlikte seyahat eden büyük şairin hiçbir cümlesinde militer ya da dost-düşman kavramları arkasına gizlenmiş bir önyargı bulamazsınız. Mensup olduğu Ruslarla, ‘’düşman’’ olarak karşılarına çıkan Türkleri aynı temiz yürekle anlatır. Bir başka örnek de Osmanlı-Sırp Harbi sırasında, Çarlık Rusya’sında yürütülmekte olan; ‘’süngüsüne bebek takmaktan zevk alan Türk’’ imgesine karşı sesini yükselten ve bu nedenle ağır milliyetçi eleştirileri göğüslemek zorunda kalan Tolstoy’dur. Büyük yazar, kamuoyu tarafından parçalanmak pahasına, savaş makinesinin müthiş bir keskinlikle dönen propaganda çarklarının karşısına çıkma cesaretini gösterebilmiştir. Dünya edebiyatı, böyle sayısız örnekle doludur ve bu namuslu yazarları okumak insana, büyük bir mutlulukla ‘’ İyi ki edebiyat var!’’ dedirtir.

Zamanımızdaki kadar aşırı örneklere rastlanmasa bile, kendi döneminde Goethe bu bilgisizliğe karşı bir ‘’Dünya Edebiyatı’’ (Weltliteratur) anlayışı geliştirmiş, bilindiği gibi hayran olduğu Fars şairlerinden çeviriler yaparak ve onlar tarzında şiir yazarak, büyük bir entelektüel devrim başlatmıştı. Kelimeyi, Farsça orijinalindeki gibi kullanarak yazdığı Hikmetname’lerden birinde, büyük bir alçakgönüllülük göstererek şöyle der: ‘’İtiraf edelim ki Doğu’nun şairleri/ Daha büyüktür biz Batılı şairlerden.’’

Ne yazık ki Goethe kadar saygı duyulan bir ismin çabaları bile Batı dünyasını, Doğu dünyasına yeteri kadar yakınlaştırmaya yetmedi. Batı; Aristoteles yorumcusu İbn Rüşd (Avorreas), Fars şairleri ve Galland’ın çevirileri ile tanıtılan Binbir Gece Masalları dışında Doğu edebiyatı konusunda çok fazla bilgi sahibi olmadan yaşadı. (Binbir Gece Masalları’nın ve Doğu gizeminin tanıtımında J.L. Borges’in katkıları da göz ardı edilmemeli ebette.)
Buna karşılık, dünyanın dönüş yönü gereğince rüzgarların genellikle Batı’dan Doğu’ya esmesi gibi Doğu, sürekli olarak Batı edebiyatının etkisi altında kaldı. Roman alanında iyice belirgenleşen bu durum, ilk bakışta Doğu’nun aleyhine gibi görünüyor ama Doğu’dan beslenemeyen Batı da eksildi. Kendi merkezi çevresinde dönüp durması; kaçınılmaz olarak, çeşitli akarsuların döküldüğü bir deniz gibi zenginleşememesi sonucunu ortaya çıkardı.
Kısacası Goethe’nin o harika rüyasının gerçekleşememiş olması, yalnız edebiyata değil, dünya barışına da büyük darbeler indirdi ve ne yazık ki bu durum devam ediyor.

Oysa barış kültürünün oluşmasındaki en büyük görev, toplumların derin ruhunu birbirine anlatma imkanına sahip olan edebiyata düşebilirdi. Eminim ki; Goethe’nin ‘’Dünya Edebiyatı’’ rüyası gerçekleşebilseydi, yeryüzü daha güzel bir yer olurdu.

Zülfü Livaneli

Rosetta Literatura, Ekim 2013.

Spread the word. Share this post!