Yenileniyoruz... Tüm verilere ulaşamayabilirsiniz.

Dünyaya derdimizi anlatamadığımız yolunda genel bir kanı vardır bu ülkede. “Ah ah” der kimileri “herkes kendini tanıtıyor ama biz gül gibi memleketimizi bir türlü anlatamıyoruz şu dünyaya.”

Belki de bir parça haklılık payı vardır bu yakınmada. Yurtdışına çıkan herkes, Türkiye’nin ne kadar az bilindiğini, daha da önemlisi yanlış tanındığını görür. Cacık ancak cacıki olunca ünlenir batıda, beyaz peynir feta’ya dönüşünce, sazın bozuk düzen ise buzuki adıyla çalınınca.

Daha da önemlisi tarihsel boyuttur. Dünya bu ülkede Ermenilere, Rumlara, Kürtlere yapılan zulümleri bilir ama Balkan, Kırım, Ahıska Türklerinin çektiği acıları bilmez.

Romancı arkadaşım Louis de Bernieres’in “Duyulmamış bir soykırım” olarak nitelediği Balkan faciası, geçmişin tozlu aynalarındaki soluk bir yansıma olarak kalmıştır sadece.

Bizim devlet bu saptamalara katılır, hatta tez olarak öne sürer ama “Neden” diye sormaz.

Neden dünya ülkeleri kendini anlatabilir de Türkiye anlatamaz?

Fark nerede?

Devlet kendisine dönüp de bu soruyu sorsa belki gerçeği bulacak ama hükümetler gelip geçer, devirler değişir, ne var ki devlet kendisini hiçbir biçimde sorgulamaz.

Oysa bu sorunun cevabı çok basit.

Türkiye Cumhuriyeti’nin açmazı, kendi eliyle kendi dilini kesiyor olması. (Kulağını kesen Van Gogh’tan daha çılgın bir devletimiz mi var nedir.)

Dilsiz bir insanın derdini anlatması ne kadar zorsa, dilini kesen devletin durumu da o kadar trajik. HHH Aydınlar, yazarlar, çizerler, düşünürler bir ülkenin, bir toplumun dilidir. Toplumlar aydınları ile konuşurlar. Dünya, onların sesine kulak verir, onları dinler, onlarla konuşur. Bir ülke düşünün ki en büyük şairlerini yıllarca hapiste süründürür, yazarlarını katleder, okuyan yazan herkesi düşman ilan eder; böyle bir devlete “dilini kesiyorsun” denmez de ne denir?

Sabahattin Ali’yi katleden devlet, Kurtuluş Savaşı’nı destanlaştıran Nâzım Hikmet’i, Yaşar Kemal’i, Orhan Kemal’i, Ahmed Arif’i, Enver Gökçe’yi, Dağlarca’yı ve sayılamayacak kadar çok yazarı hapiste çürütürken, her kuşağın aydınlarına sürek avı düzenlemeyi bir numaralı vatan görevi olarak kabul eder.

Bunun en son örneği Aslı Erdoğan.

Bu nitelikli, incelikli, şiddet karşıtı yazarımızın terörle ne alakası olabilir. Makul bir insanın aklına bile gelmez böyle bir şey.

Aslı Erdoğan’ı demir parmaklık arkasına gönderdiğiniz an, dünya önünde bütün iddialarınız çökmeye mahkûmdur. Çünkü böyle tutuklamalar her şeye gölge düşürmeye yeter. Unutmayın ki, yazarların gölgesi ağırdır.

Yazar elbette vicdanına göre davranacak, devleti de, toplumu da, genel geçer yargıları da (hatta kendi kendini de) eleştirecek. Çünkü “alnında ışığı herkesten önce hissetmektedir.”

Kendini eleştirmek dedim de aklıma geldi birden. Şair Eşref’in bu konuda muazzam bir dörtlüğü vardır:

Eylemem ölsem de kızbi ihtiyar, Doğruyu söyler gezer bir şairim, Bir güzel mazmun bulunca eşrefa, Kendimi hicveylemezsem kâfirim. İşte geleneğimiz bu: Uygun bir kafiye bulunca kendisini de yerin dibine sokmaktan çekinmeyen şairler memleketi.

Söz uğruna ölümü göze almanın, dünyadaki en çarpıcı örneği yine bizim memleketten.

Siham-ı Kaza adlı eseri okunduğu sırada saray bahçesine bir yıldırım düşmesini uğursuzluk sayan padişahın idamını emrettiği büyük şair Nef’i, kendisine hayatının bağışlanması için bir af dilekçesi yazdırmaya gelen siyahi haremağası, diviti hokkaya batırıp da yazmaya hazırlanırken, siyah mürekkebin kâğıda damlaması üzerine şair refleksiyle kendini tutamayıp “Efendim, mübarek teriniz damladı” diye hayatına mal olacak (bugünün görüşüyle ırkçı) bir şaka yapar. Bunun üzerine öfkelenen nüfuz sahibi haremağası “Allah belanı versin” diye kızarak Nef’i’yi kaderiyle başbaşa bırakır ve şair o sabah idam edilir. Son sözü yine hicivdir; cellada “Bre cahil Türk” diye seslenir. O dönemin başka şairleri ise “Gökten nazire indi Siham-ı kaza’sına/Nef’i kendi diliyle uğradı Hakk’ın belasına” diyerek iğrenç bir dalkavukluk örneği sergilerler. (Tanrı hepimizi tarihe dalkavuk olarak geçmekten korusun)

Buna karşılık en çok muhalefet gazabına uğrayan Abdülhamid, saltanat devrinde hiçbir münevveri idam ettirmez, hatta bazıları Paris’te padişahın verdiği maaşla yaşar. Evet, “menfa”ya (sürgüne) gönderdikleri olmuştur ama o devrin anlayışına göre öldürülmemek bir lütuf sayılır. (İttihat Terakki öldürtmüştür mesela)

De Gaulle’ün “Sartre tutuklanamaz, çünkü o Fransa’dır” sözü dillere pelesenk olmuş durumda. Ama bu örnek tek değildir: İkiye bölünmüş bir ülke travması yaşayan Almanya’da, Doğu Almanya’yı seçen Bertolt Brecht, Batı’da bırakın yasaklanmayı, okul kitaplarında ders olarak okutuldu. Daha niceleri gibi.

***
Kendi dilini kesen devlet, sadece diplomatik misyonlarıyla hiç kimseyi ikna edemez.

Dilinizi kesmeyin efendiler. Bırakın kendini bile “hicveden” bu keskin dil sizi de eleştirsin, yanlışları göstersin. Aslı Erdoğan gibi değerli bir yazarımıza terörist diyerek dünyayı güldürmeyin.

Aslı’ya değil, işin aslına yönelin: Yani 15 Temmuz gecesi kendi halkına bomba yağdıran zehirli örümcek ağıyla, sinsi darbecilerle, PKK ile, IŞİD ile, El Nusra vs. ile uğraşın.

Zülfü Livaneli

Cumhuriyet, 24.08.2016

Spread the word. Share this post!