Yenileniyoruz... Tüm verilere ulaşamayabilirsiniz.

Sevincin ve Acının Sanatı, Tiyatro

Anlatmak ve anlamaya çalışmak bana her zaman iç içe geçmiş uğraşlar gibi gelir. Bu nedenle söz söylemenin, hikayeler anlatmanın, aslında bütün sanatsal çabaların; en az anlatmak kadar, anlamaya çalışmak amacına dayandığını düşünüyorum.

Bilgece bulduğum Bacon’un “Sanat, doğaya eklenmiş insan demektir.” sözünü de böyle anlıyorum. Bu açıdan bakınca, anlama ve anlatma çabası, insanın doğayı yoğurmasına ve gerçekliğe yeni biçimler vererek dışa vurmasına karşılık geliyor.

Bu durum elbette insanlığın en kadim sanatlarından tiyatro için de geçerli. Oyuncusuyla, yazarıyla, izleyiciyse, bütün tiyatro bileşenleri bir tür anlama uğraşı içindeler. Hem de en köklü biçimde; karakterler canlandırarak, insanlık durumlarını ortaya çıkararak, düşünerek, tavır alarak…

Resim, şiir, heykel, müzik gibi tiyatro da doğaya eklenmiş bir insan oluş biçimidir. Ne yazık ki, bu insan oluş biçimi -belki eskiden beri de denebilir ama- özellikle son yüz yıldır, savaş denilen korkunç yıkımın gümbürtüleri arasında varlığını sürdürüyor. Hemcinsini kitle halinde yok etme çılgınlığına kapılan tek canlı türü olarak insan kanlı savaşların karanlık gölgesi altında.

Bir yanda doğaya eklenmiş ve onu yorumlayan yaratıcı insan, öte yanda ise bu birikimi tahrip etme amacını taşıyan yok edici insan olmak üzere iki değişik insan türü bulunuyor. Bu iki insan türü arasındaki ayırt edici özellikler, tiyatronun da konusu olagelmiştir. Tiyatro, uzun tarihi boyunca yok edici insanı sahnede eleştirerek yaratıcı insana dönüştürmeyi amaçladı. Kimi zaman bunu, sahnenin bulunduğu bina bombalanırken yaptı hem de. Bir koltukta oturup sahneye bakan seyirciye ayna tutarak, yok edici insanı eleştirmeye ve seyircinin içindeki yaratıcı insani gücü ortaya çıkarmaya çalıştı. Bu yüzden de iktidar sahipleri ve zorbalar tarafından hiç sevilmedi, baskı altına alınmaya çalışıldı. Tiyatro, direnerek ve bütün zorlukları aşarak 21. Yüzyıl’a ulaştı ama bugün daha değişik, daha sinsi ve daha zor anlaşılan bir baskı altında. Umursamazlık baskısı…

Özellikle Türkiye’de yaşandığı gibi, kültürün eğlenceye dönüştüğü ve insanlık değerlerinin teker teker ortadan kaldırıldığı bir kabalaşma döneminde, tiyatroyu ya biçim değiştirmeye ya da yok olmaya zorluyorlar. Bunun için kullanılan yöntem ise tiyatroyu umursamamak, görmezden gelmek, haberlerini iletmemek ve tiyatroyu bir entelektüel umacı haline getirmek.

Bu umursamazlık gerçeği, belki de en somut biçimde, yaşadığımız pandemi sürecinde kendini gösteriyor. Salgına karşı alınan önlemlerden en fazla etkilenen alanlardan biri olduğu halde, tiyatronun ve tiyatrocuların sorunlarına çözüm yönünde politikalar üretilmiyor. Ne yazık ki, tiyatroyu umursamama durumu toplumun geniş kesimleri için de geçerli. “İnsanlar can derdine düştü, geçim derdinden bunaldı, tiyatroyu dert etmeye sıra mı geliyor!” denebilir. Ama bu konular birbirinden ne kadar bağımsız ki?

Tiyatronun yaşayabilmek için gerek duyduğu oksijen, genç kuşakların ilgisi, hevesi ve tiyatro tutkusu değil mi? Aşık Veysel, “Muhabbet, bir ekin ekip yeşertmek” diyordu. Tiyatro da bir ekin gibi ekilmeye, yetiştirilmeye, bakılmaya ihtiyaç duyuyor. İşte bu umursamazlık komplosunun en yıkıcı etkisi de burada ortaya çıkıyor. Eğer tiyatroyu gözden düşürürseniz, hele yeni yazarların yetişmesini zora sokarsanız, genç kuşaklardaki yaratıcı tiyatro enerjisini de daha baştan engellemiş, başka alanlara yöneltmiş ve tiyatro alanını çölleşmeye terk etmiş olursunuz. Yapılan iş korkunçtur; Bacon’un tarifiyle, insanın doğaya eklenmesini engellemek suçudur.

Ama Türkiye’de yaratıcılığa karşı işlenen diğer suçlar gibi bu da bir hoşgörü merhemiyle sıvanmakta. Tiyatro her şeye rağmen; savaşlara, yıkımlara, yozlaşmaya, en çok da umursamazlığa karşı direnerek varlığını sürdürüyor. Sürdürecek. İnsanın hayatında hep bir arada olan sevinç ve acı, tiyatroya da öyle yansıyacak.

Sevinç bizi, adına tiyatro denilen insanın doğaya eklenme çabasının yüceliklerine savuruyor, acı ise bu alanda uyanık olmamızı, ulusal tiyatrosunu yitiren bir ulus haline düşmemek için uğraşmamız gerektiğini hatırlatıyor.

Zülfü Livaneli
Edebiyatist Dergisi, Mayıs-Haziran 2021

Spread the word. Share this post!