Yenileniyoruz... Tüm verilere ulaşamayabilirsiniz.

II- İstanbul'un Çok-katmanlı, Çok-Kültürlü Tarihinin Yazınlaştırımı

Livaneli, romanda geçmişi ve şimdisiyle İstanbul'u tek mekân olarak şiirselleştirmiştir.   Romanın hemen başında aktardığı "Konstantiniyye bir gün elbet fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onun askeri ne güzel askerdir" (Hazreti Muhammed) hadisi ve "Dünya tek ülke olsaydı, başkenti Konstantiniyye olurdu" (Napoleon Bonaparte) sözü, romanda tek mekân olarak İstanbul'u betimleyeceğini göstermektedir.

  • Homeros, Aşil, Fatih ve Hegel’i Birleştiren Nedir?

Romanın kadın başkahramanı Zehra otel odasının banyosunda düşüp bayılır. Livaneli, bu kadın kahramanını İstanbul'un geçmişinde bir gezintiye çıkarır. Birkaç dakika süren baygınlık sırasında binlerce yıl öncesine götürür. Otelin üzerine kurulduğu yerin altında yatan ölülerden biri, Zehra ile ölülülerin diliyle konuşur. Zehra'ya yaklaşık 1500 yıl önce Nika İsyanında yaşamını yitiren Muhafız Birliği Komutanı zalim Belisarios'tan söz eder. Romandaki nitelemeyle, bu ölü anlatıcı, bir "Balkan köylüsü" olan İmparator Justinianos tarafından bir kılıç darbesiyle Hipodrom'da, Ayasofya'nın yanında öldürülmüştür. Bu imparatorun karısı Theodora, "bir Hıristiyan azizesi" olmadan önce bir fahişedir. Livaneli burada bir ölüyle Zehra’yı ölülerin diliyle konuşma yöntemini, romanın sonunda, Zehra’nın ağzından Emre söylettiği “ölülerle konuşmadan, geçmişi anlatamazsın” sözleriyle yineler. 

Livaneli, romanın ikinci bölümünü "Bizans Sarayı'nın Üstüne Yapılan Yedi Yıldızlı Konstantiniyye Oteli'nin Açılışı" olarak adlandırmakla, İstanbul'u yönetenlerin her fırsatta yinelemelerine karşın, bu kentin tarihini, tarihsel dokusunu ve bununla birlikte çok-kültürlü birikimini yok etmelerini imler. Otel, romandaki anlatımla, "Fatih'lerin, Kanuni Sultan Süleyman'ların sarayına ve muhteşem camilere bu kadar yakın bir yerde, İstanbul'un tarihi kalbinde" bulunmaktadır. 

Livaneli, Anadolu'nun dil ve din çoğulluğunu, güncel deyişle, çok-kültürlülüğü, romanın "Bizans İmparatorlarıyla Osmanlı Hanedanının Akrabalığına Dair" adlı bölümünde iyice belirginleştirir. Bu bölümün hemen girişinde, John Julius Norwich'in "Bizans" adlı yapıtından Orhan Bey'in ilk görüşte âşık olduğu "Ioannes'ın ortanca kızı Theodara'yla 1346 yılında Silivri'de evlendiğini" ve Theodoranın "Hıristiyan inancını sürdürdüğünü" aktarır. Fatih Sultan Mehmet, yazarın aktarımıyla, Topkapı Sarayı arşivinde bulunan 1463 tarihli fermanda şunları vurgulamıştır: "Anam Despina Hatun mahrusai Selanik'te Küçük Ayasofya dimekle meşhur olan manastırı ber vechi şer'i şerif satun almış, bu üzre şer'i mektubu dah…" Bu iki belge bile Osmanlı toplumunun çoğul yapısını ortaya koymaya fazlasıyla yeter.

Livaneli'nin, aynı bölümde Konstantiniyye Oteli'nin açılışına katılan İstanbul doğumlu, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı, "birçok insandan daha fazla yerli" olan Patrik Hazretleri'nin ağzından anlatımıyla, "tarih, yerin altında ve üstünde silinmez izler" bırakmıştır. "Patrikhane'de asılı olan tabloda İstanbul'u fetheden II. Mehmed ve onun patrik seçtirdiği Gennadios'u eşit şartlarda gösteren bir tablo" bulunmaktadır. Fatih, "üvey annesi Mara Brankoviç'in koyu Ortodoks inancından etkilenmiş bir hükümdar olmalıydı ki, Yunanca ve Latince biliyor, Hıristiyanlık tarihini inceliyor, zaman zaman kiliselerdeki ayinlere katılıyor; yalnızca Homeros'u okumakla kalmayıp, Akhilleus ve Hektor'un mezarlarını görmek için, Troya'ya gidiyordu."

Akhilleus veya Aşil, felsefe ve edebiyatta çok önemli bir figürdür. Hegel, “Tarih Felsefesi Üzerine Dersler” adlı yapıtının “Güzel Bireyliğin Biçimlendirimleri” bölümünde, Antik Yunan dünyasını “tinselleşmiş duyusallık” ve “duyusallışmış tinsellik” alanı olarak niteler. Hegel’e göre, Yunan imgelem gücünün tasarımlayabildiği “en yüksek figür”, Truva Savaşı’la birlikte anılan “şairin oğlu”, bir başka deyişle, Homer’in yaratımı Aşil’dir.

Aşil, Hegel’in nitelemesiyle, “şiirsel gençtir” ve Batı edebiyatının kurucusu olarak görülen Homeros’un yarattığı bu yazınsal kahraman Yunan dünyasını dışa açmış, “gerçek genç” olan Büyük İskender ise, bu dışa açılımı sonuçlandırmıştır. Aşil ve Büyük ve İskender, “fiziksel güç”, “tanımlanamaz kahramanlık”, “karşı konulmaz fiziksel çekicilik”, ve “gelişkin bir akılcılık ve tinsellik” simgesi olarak betimlenir.

Hegel’e göre, Aşil ve Büyük İskender “Asya’ya karşı savaşımda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, bu iki tarihsel ve yazınsal figür aynı zamanda “Asya-Avrupa karşıtlığını” da dile getirmek için kullanılır. [1] Romandaki anlatımla, Homeros’u okumakla kalmayıp, Akhilleus ve Hektor'un mezarlarını görmek için, Troya'ya giden Fatih Sultan Mehmet, kendisinden yaklaşık 240 yıl sonra yukarıdaki değerlendirmeyi yapan Hegel’in de gelenek çizgisinde sayılamaz mı?

Romandaki anlatımla, yukarıdaki bilgileri, Fatih ile birlikte seyahat eden Bizanslı tarihçiler aktarmıştır; ancak Patrik susmak zorundadır; çünkü çevresindeki kişiler "böyle bir tarihi perspektife" sahip değildir. Bizans ve Osmanlı arasında kız alıp vermenin ötesinde, Fatih, İstanbul'u aldıktan sonra "İmparator Konstantinos'un iki yeğenini vezir", başka bir Bizans aristokratını "Rum Mehmed Paşa adıyla sadrazam" yapmıştır (s. 98- 99). Ölümünden sonra da Doğu Roma’nın kurucusu Konstantinos’un, Justinianos’un yattığı kent olan Konstantiniyye’de Roma imparatorlarının yattığı Havariyyun Kilise’nin yerine yaptırdığı türbede, bu imparatorlarla aynı yerde yatmaktadır.

  • Bu Şehirde Neyin Rum, Neyin Türk Olduğu Nasıl Ayırt Edilir?

"Avni" mahlasıyla şiirler yazan Fatih Sultan Mehmet, romanın "Edebi ve Ebedi Gölgelere Dair" adlı bölümünde de yazınsallaştırılır. Livaneli, bu bölümde Fatih'i adıyla anmaksızın şöyle anlatılaştırır: Avni "azametli tavrıyla 'Ya Vedud Sultan'ı' anlatması" için Üsküplü Agâh'a buyruk verir. Üsküplü de "padişahından emir almış bir sadrazam edasıyla 'Ya Vedud Sulan'ı size anlatayım o zaman" diyerek, masadakilere bu azizi anlatır. Vedud Sultan, iman sahibi bir Hıristiyan'dır ve Konstantiniyye düşmesin diye dua eder; ama kuşatmanın elli üçünü günü ölür; Fatih kenti fetheder. Bu Hıristiyan kutsal kişi, "Müslümanlarca da evliya" kabul edilir.

Romanda Üsküplü Agâh'ın ağzından anlatımla, bir Hıristiyan İslam evliyası olmuştur; çünkü "bu şehir evliyalar mekânıdır. Nice Hıristiyan azizi, yatır olmuştur da ziyaret yeri haline gelmiştir; Müslüman ahalinin bağladığı çaputlardan görünmez mezarları. Her sene Aya Yorgi'ye dizlerinin üstünde giden müminler Müslüman değil midir?" Bu sırada bir başka roman figürü söz karışır: "Zaten Sultan Mehmed Hazretlerinin muhterem zevcesi Gülbahar Hatun da İsa ehliydi ve hiçbir zaman İslam'a dönmedi. Hıristiyan olarak öldü." Üsküp’le aynı masayı paylaşan bir başka çağrılı ekler: "Zaten bu şehirde neyin Rum, neyin Türk olduğunu ayırt etmek, bir bürümcük tülbendin iki yüzünü sıyırarak birbirinden ayırmaktan daha zordur. Evliyalarda öyle. Ya Vedud Sultan'ın dinini bilmemize imkân yok." 

  • Efendilerin Olduğu Yerde, Köleler de Olur

İstanbul’un çok katmanlı kültürel tarihi, “Kaderin Ellerine Dair” adlı bölümde de anlatıya katılır. Bu bölümün başında alıntılanan Bizans Prensesi Anna Komnena’nın 1083- 1153 yıllarını kapsayan, İngilizceye “Alexiad”, Almancaya “Alexias” olarak çevrilen tarih kitabı, Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerini de anlatır.[2] Romandaki alıntıya göre, “Eller” diye anılan bir yer vardır ve “Eller’in arasından bir kez geçen kişi kaderinden kurtulamaz!” İstanbul’da yaşayan bir antikacı söylenceye konu olan “bronz el” i bulmuştur. Bu antikacıya göre, İstanbul “el değmemiş bir hazinedir”; ancak tarihi boyunca “hazinesine” ne yazık ki el değmiştir.

İstanbul'un kültür hazinesi bir değil, birçok kez yağmalanmıştır. Örneğin, 1204’te kente gelen Katolik Haçlıların işgali sırasında İstanbul’un kültür varlığı içinde yer alan değerli “el-yazmalar” dâhil olmak üzere, “birçok başyapıt” kaçırılmıştır. Şehri yakıp yıkan Haçlılar, Ayasofya gibi kutsal mekânda “papazların, kadınların, çocukların ırzına geçmiştir”; ama “bazı kutsal eşyaları” bulamamıştır. Antikacıya göre, bunların en önemlileri, eskiden Forum Tauri, diyesi, Boğa Meydanı denilen şimdiki Beyazıt-Çemberlitaş’ın altındadır. Yazar romanda sıkça yaptığı gibi, burada da zaman akışı gerçekleştirir ve burada 1978’de “devletle bütünleşen sağcı çetelerin, yedi solcu öğrenciyi bombayla öldürdüklerini” anımsatır. Antikacı, “kırılmış bir el heykelinin” peşindedir ve onu eski bir evin mahzeninde bulur ve edinir. “Bin yılların kirini” temizledikten sonra açıkça şunu görür: Bu kırık el heykeli, Çembertaş’taki “Eller”in bir parçasıdır ve üzerinde Bizans harfleriyle “Moirae”, diyesi, “kader/yazgı” yazmaktadır. 

Zülfü Livaneli “Miss Tanya’nın Esir Pazarı Yıllarına Dair” adlı bölümünün girişinde Philip Mansel’in “Konstantiniyye. Dünyanın Arzuladığı Şehir 1453- 1924” adlı yapıtından yaptığı alıntıyla, ünlü Rus şair Puşkin’in "büyük büyük babasının Rus sefiri tarafından Konstantiniyye’de satın alınmış bir Etiyopyalı" olduğunu dile getirir. Böylece Osmanlı’da tutsak ve köle pazarlarını anlatıya katar.

Tanya’nın iş gezileri yaptığı İstanbul-Beyazıt, “1847 yılında kapatılan kadar esir pazarının” bulunduğu semttir. Kafkasya, Kırım Hanlığı, Asya ve Balkanlar’dan getirilen “güzel kızlar ve oğlanlar”; Afrika, Habeşistan ve Darfur’dan “kaçırılan köleler, yüzlerce odası olan bu esir pazarında pazarlık edilerek” satılmıştır. Müslüman Osmanlılar buradan satın aldıkları güzel tutsak kızları “bir gece deneme” hakkına sahip olmuştur.

Köle pazarı 1847’de kapatılmıştır; ancak köle ve tutsakların yerini yeni göçmenler almıştır. Esir pazarı, romandaki deyişle, “önce Rus, Ukraynalı ve Moldovalı kızlarla, sonra da Suriye’den göç eden” milyonlarca sığınmacıyla yeniden hortlamıştır. Türk erkekleri, önce sığınmacı/göçmen kamplarında yaşayan ve “çocuklarından daha küçük yaşta olan kızları, üçüncü eş olarak” almış, sonra da “bazıları bu çocukları İstanbul’da pazarlamaya” başlamıştır. Hiçbir umarı olmayan aileler de çocuklarını  “ya satmış”, ya da evlatları “zorla ellerinden alınmıştır.” Böylece, İstanbul’da “bir kez daha tarih” yinelenmekte, “Forum Tauri civarında köle kızlar erkeklere” satılmaktadır.

Suriyeli göçmen kız çocuklarının yeniden köle gibi alınıp satılmasına karşın, romandaki anlatımla, Theodora “imparatoriçe olup da dine dönünce, şehirdeki bütün fahişeleri toplatmış, Kuzguncuk’ta özel olarak bu iş için yaptırdığı Tövbe Manastırı’na hapsederek dışarı çıkmalarını yasaklamıştır. Yaşamları boyunca kapalı kalan, içerde ihtiyarlayan kızların iniltileri hala Kuzguncuk rüzgârında duyulur derler” (s. 137- 139).

  Livaneli, tarih-kültür-edebiyat ilişkisini, "Edebi ve Ebedi Gölgelere Dair" adlı bölümde de romana içkinleştirir. Yazar burada oyun yazarı Marlowe'un Timurlenk piyesini konulaştırır. Romandaki anlatımla, Timur tutsak aldığı Yıldırım Bayezid'i kafese kapatır. "Karısını karşısında çıplak dans ettirir. Buna tahammül edemeyen Bayezid kafasını demirlere vura vura parçalayarak," yaşamına son verir.    

  1. Emek, Garip ve Yazınlaştırma Tarzının 'Garip'setimi

“Konstaniyye Oteli” özellikle yazınsallaştırma yöntemi bakımından  "Kardeşimin Hikâyesi" ile karşılaştırılabilir. Livaneli bu iki romanda Brecht'in sanat ilkesi olarak kuramsallaştırdığı ve benim "yabansılaştırım", "ayrıksılaştırım" şeklinde Türkçeleştirdiğim “Verfremdung” kavramını, bir yazınsallaştırma yöntemi olarak kullanır. Yazar, romanının bir bölümüne de adını veren Garip'ten yola çıkarak söylemek gerekirse, "garipsetim" yöntemiyle anlatıyı çekileştirir.

  • Brecht, Livaneli ve Yazınsal Yabansılaştırma

Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur” (2012) adlı denemesinin “Roman, Film, Müzik” adlı bölümünde sanatsal açıdan Brecht’in film müziği teorilerini önemsediğini” belirtir ve konuyu şu örnekle açıklar: “Güzel bir baha günü, cennet gibi bir göl, bir kayık. Öyle bir müzik yaparsınız ki, izleyende birazdan kötü bir şey olacağı duygusu yaratırsınız. O sakin gölde bir tedirginlik hissettirirsiniz. Daha batan beri, izleyicinin sonunda hissetmesini hedeflediğiniz duyguya hazırlık yaparsınız.

Veya o güzel bahar gününe karşılık gelen, mutlu çağrışımları olan pastoral bir flüt sesiyle falan bir müzik yaparsınız. Sonra kayık batarken de, sevgililer boğulurken e o mutlu müziğe devam ederesiniz. Böylece o güzel yaz gününde ölüp gitmenin saçmalığını, üzücülüğünü vurgularsınız. Bu da film müziğine ikinci yaklaşım. Ben hep ikincisinden yana oldum”[3] (s. 87).   

Yukarıdalki alıntıdan da görüleceği üzere, Livaneli, “yabansılaştırım” yöntemini Brecht’in müzik kuramında açımlar. Bunu, edebiyata, daha doğru nitelemeyle, drama alanına uyarlayarak, şu belirlemeler yapılabilir: Brecht’e göre, epik tiyatro, izleyiciye “Bu böyle olmaz; değişmek zorundadır” dedirtmelidir. Epik tiyatro, “ahlakileştirmeyi değil, irdelemeyi öne çıkarır.” Yabansılaştırma etkisi, “eleştirel tavır geliştirmeyi amaçlar.” Tiyatro, “değişimleri kavramaya ve yansıtmaya çalışır.” Epik tiyatro, “toplumun devingenliğini ve çelişkiselliğini öne çıkarır.”[4] Zülfü Livaneli’nin romanlarında, dolayısıyla da “Konstantiniyye Oteli”nde de yapmaya çalıştığı tam da budur

"Konstantiniyye Oteli" ayrıca bazı yönleri, özellikle de insan betimlemeleri açısından Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” ile karşılaştırılabilir. Nazım Hikmet'in bu önemli yapıtında yaptığı gibi, Livaneli de ahlaklı-ahlaksız, varsıl-yoksul, işçi-işveren vb. her toplumsal sınıftan ve her türden, her öz-yapıdan insanları öyküler; değişik insan görünümlerini serimler.

“Konstantiniyye Oteli”nde yabansılaştırma yöntemini belirginleştiren bölümler başattır. Romanın başat izleğini oluşturan otelin açılışına çağrılan iyi giyimli, gösterişli ve gösterişçi kişilerin eğlenebilmesi, gecenin tadını çıkarabilmesi için, bazılarının onlara hizmet etmesi gerekir. Çağrılıların hoş zaman geçirmelerini sağlamak için, "canla başla ve kan ter içinde çalışan" yaklaşık yüz kişiden biri de Garip adlı garsondur. Garip istenmeyen bir çocuk olarak dünyaya gelmiştir. Annesi Fatma ile Fatma’nın eniştesi Kazım’ın yasal olmayan ilişkisinin ürünüdür.

Fatma, eniştesi Kazım’ı boynunu kesip bedeninden ayırarak öldürür, Kazım’ın kesik başını “Alın hayrını görün!” diyerek, köy meydanında toplanan köylülerin önüne atar.  Elindeki kanlı bıçağı karnına saplayarak, kendisini de öldürme girişiminde bulunur; ancak bu girişimde başarılı olamaz, hastaneye yetiştirilerek kurtarılır. Fatma'nın “Bu pezevengin piçini alın içimden!” diye çırpınması, bebeği düşürme denemeleri de sonuç vermez; kendisiyle birlikte,  çocuk da kurtarılır. Fatma çocuğu doğurur, ancak kucağına almaz, çocuğa süt bile vermez. Bebek, tutukevinde diğer tutuklu kadınlarca büyütülür.

Bu sahipsiz ve talihsiz çocuk içinde bulunduğu ve büyüdüğü koşullara uygun olarak, Garip diye adlandırılır. Garip, tutukevini, gerçek dünya sanarak, beş yaşına değin, tutukevinde büyür. Daha sonra da Garip’e “kanı kaynayan müdürün himmetiyle bir yetimhaneye" verilir. Böylece Garip'in “dışarı” yaşamı başlar (s. 106- 108).

Garip masaları dolaşıp, şarap ikram eder. İstanbul-Modalı Koray Bey,  şarap konusunda Garip'i bilgilendirmek ister; ama söylenenleri garsonun kafası almaz. Modalı Koray Bey "hep derim; bu millet hayvan geldi, hayvan gider. Türk köylüsü mankafadır; ne kadar uğraşsan öğrenemez" sözleriyle, Garip'e ve Türk köylüsüne ilişkin değerlendirmesini dışa vurur.  Romandaki anlatımla, Modalıların "hepsi işadamıdır; hepsi İstanbul Türkçesi konuşur; hepsi köylülerden nefret eder; hepsi laik ailelerden gelir; hepsi iyi eğitim görmüştür ve hepsi kadınlara meraklıdır." Has Modalı olan Koray Alpaslan da bunlardan biridir (s.224- 226).

  • Diğer Emekçiler ve Anlatının Yabansılaştırımı

"Konstantiniyye Oteli"nin açılışına çağrılanları eğlendirmek için, "Emeğe ve Yemeğe Dair" adlı bölümdeki anlatımla, "Türkiye'nin bütün bölgelerinden gelen" garsonlar hizmet eder. Daha önceden birbirini tanımayan garsonlar, "kader birliğinin getirdiği bir dayanışma içerisindedir." Bunların söyleşilerinde futbol egemendir. Garsonlardan ikisi, ötekilerden farklıdır. Bunlardan biri "esmer, iri kıyım Anadolu delikanlısıdır" ve yakışıklılık hastalığına tutulmuştur. Yakışıklılığını tümlemek için, "tek kulağına sahte tektaş" takmıştır. "Yakışıklı" diyen herkesin kendisine seslendiğini düşünmektedir.

Bir diğeriyse, "Doğulu ufak tefek, esmer, göğüs kılları gömleğinden taşan" garsondur. Davranış ve devinimleri kadınsıdır; "konuşması, sesi, yürüyüşü, gülerken başını savurması", kısacası bütün devinimleri "eşcinselliğini" göstermektedir. Bu onun için zor bir durumdur; çünkü toplum, eşcinselliği "bir kentli tavrı" olarak algılamaktadır. Bütün bu zorluklara karşın, bu eşcinsel garson "dillere destan dürüstlüğü" ile herkesin sevgisini kazanmıştır. Ne var ki şef yine de "her türlü kazaya belaya karşı kendisini gizlemsini" öğütlemektedir.

Bir başka ilginç garson "Serhat'ın IŞİD Aşkına Dair" bölümünde serimlenen Serhat'tır. Serhat, "yatalak annesine bakmak zorunda olduğu için, bu günahkâr yerde" çalışmaktadır; Kuran Kursu'nda yetişmiş, "beş vakit namazında ve aklını din konularıyla" bozmuştur. Bosna'da, Çeçenistan'da, Afganistan'da "cihada gidenlere" imrenmektedir. Allah yolunda "şahadet şerbetini içmenin, bir faninin ulaşabileceği en yüksek mertebe" olduğuna inanmaktadır. En büyük hayali, "bu darülharp ülkesinden ve laik domuzlardan kurtulmak" için Rakka'ya gidip, IŞİD'e katılmaktır.

Atatürk ve onun yolunu isleyen laikleri "kurbanlık koyun gibi kesmek" istemektedir. Serhat annesinin ölümünden sonra, Rakka'ya gidip, "Bedrin Aslanları gibi görünen IŞİD askerleri" ile buluşur. Kısa sürede "o mukaddes lisanı, lisanı Arabî'yi" öğrenir. İstanbul'a döndükten sonra, gelip bulurlar Serhat'ı. "Bomba yüklü bir yelek" getirirler. Kendisine söylendiği gibi, "kâfirlerin konsolosluk binasının girişinde", bombayı patlatır; oradaki Mersinli bekçiyi ve kendisini havaya uçurur.       

  • Romanı Çekicileştiren Ayrıksı Öyküler

Bu topraklar, dünya çapında bir bilimci çıkaramamıştır; ancak romandaki deyişle, Mükerrem Bey gibi “ihale kralları” yetiştirmektedir. Bu ihale kralı, “bir akraba düğününde görüp terbiyesine, güzelliğine ve utangaçlığına vurulduğu” kendisinden on dokuz yaş küçük üniversite öğrencisi Mahinur ile evlenir ve otelin açılış gecesinde yaşamını yitirir. Adamdan hoşlanıp hoşlanmadığı bile sorulmayan Mahinur, üniversite öğrenimini bırakıp apar topar evlendirilir.

Mahinur, aşırı bedensel kasılma nedeniyle kadınlık görevini bir türlü yerine getiremez. Sonunda çareyi uyku ilacı almakta bulur. İlaçla kendini uyutarak, kocasına “hadi hallet bu işi” demek zorunda kalır. O akşamdan sonra kocasının yönlendirmesiyle, her akşam uyku hapı almaya başlar ve bu yaşamlarının kuralı durumuna gelir. Böylece, Mahinur Hanım, romandaki deyişle, “uzun evlilik yılları boyunca, sevişmenin ne demek olduğunu bilmeden, kocasıyla niceliğini ve niteliğini bilemeyeceği birleşmeler” yaşar. Adam, hiçbir şeyin ayrımına varmadan yanında yatan “kadının gövdesini istediği gibi kullanır.”  Uyku ilacı bağımlısına dönüşen Mahinur üç çocuk doğurur.  Kocasının ölümünden sonra uyku ilacını bırakan Mahinur Hanım’a büyük bir serveti miras kalır. Hiçbir sorumluluğu ve sıkıntısı olmayan Mahinur Hanım, yaşamı boyunca erkeklerden uzak durur (s. 112- 116).

Romanda betimlenen bir başka “ayrıksı” öykü, Zehra ile Emre’nin ayrılmalarının tarzıdır. Romanın bu iki başkahramanı, “yatakta, hem de en şefkatli, kendilerini en bütünleşmiş, en ayrılmayacakları anda” patlak veren şiddetli kavga sonucunda ayrılırlar. Emre’nin “sevişme, iki gövdenin kendi hazzı için birbirini kullanmasıdır. Kendine dönmesidir, kendi hazzına kapılıp gitme halidir. Sartre’la Simona de Beauvoir’ı sevişirken görmek isterdim” diye sevişme anında bile sürekli konuşması, Zehra’nın sevişmeyi bırakmasına ve Emre’yi evden kovmasına neden olur. Zehra ayrılıktan sonra televizyonda oynak bir türküye tanık olur: “Tak tak ediyor amcası/Oğlumun tabancası.”  Oğlan çocuğunun organına “bir silah” gibi bakan bu toplumdan hayır gelmez diye düşünür (s. 122- 126).        

  • Bu Topraklarda Yüzlerce Yıldır Niçin Düşünür Yetişmiyor?   

Garib’in hizmet ettiği konuklardan Psikiyatr Ali İhsan Bey, Sinan gibi birkaç önemli düşünür-bilimci dışında, bu ülkede niçin büyük matematikçi, filozof veya bilimci yetişmemesinin nedenlerini sorgulamaktadır. Romanın ilgili bölümündeki anlatımla, Ali İhsan Bey, “acaba sorun İslam’da mıdır, akraba evliliğinde midir?" diye düşünmektedir. Doktor olarak gözlemlerine göre, “toplumun epey önemli bir kısmı ruhsal açıdan hastadır.” Hastalığının ayrımında olan veya olmayan “milyonlarca şizofren, bipolar, obsesif kompülsif, pedofil, nekrofil” toplum içindedir. Bu durumu, Mehmet Akif'in de "Safahat" adlı ünlü yapıtında sorguladığını belirtelim.

Ayrıca, diye düşünür Ali İhsan Bey, sorun İslam’da olsa, “Müslüman olmayan ve akraba evliliği yapmayan Yahudiler beş yüz yıldan bu yana” Anadolu’da yaşayan Sefarad Yahudilerin farklı olması gerekir. Fakat onlar da “iyi tüccar, iyi hekim ve birçok nitelikli insan” yetiştirmelerine karşın, Aşkenazlar gibi, “bir Freud, bir Einstein, bir Karl Marx” çıkaramamıştır. “Balık, gölüne göre büyür” sözü uyarınca, Anadolu balıklarını büyütememiştir. Osmanlı Devleti’nden doğan hiçbir devlet, diyesi, Yunanlar, Sırplar, Ermeniler, Araplar, Türkler ve Kürtler, Nobel Ödülü’ne layık görülen bir bilimci çıkaramamıştır. Bu durum, yüz yıllar önce “Coğrafya kaderdir” diyen İbn Haldun’u doğrulamaktadır.


[1] Onur Bilge Kula (2010): “Hegel Estetiği ve Edebiyat Kuramı I- II-III”; İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul

[2] Ayrıntı için: Onur Bilge Kula (2011): “Batı Edebiyatında Oryantalizm I”; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul

[3] Zülfü Livaneli (2012): “Edebiyat Mutluluktur”; Doğan Egmont Yayıncılık, İstanbul

[4] Onur Bilge Kula (2014): “Brecht, Lukacs, Bloch- Sanat ve Edebiyat”; İş Kültür Yayınları, İstanbul

Spread the word. Share this post!